Bir toplumda insanlar aynı hedefe yürürken birbirini omuzlamalı mı, yoksa birbirinin önüne taş mı koymalı? Bu soru, Türkiye’nin sosyal dokusunu anlamak isteyen herkesin sorması gereken sorulardan biridir. Çünkü ne yazık ki bizde aynı işi yapanlar birbirine düşman kesilebiliyor, aynı yöne koşması gerekenler birbirinin ayağına çelme takabiliyor. Ve bu, sadece bireyler için değil, toplumun ilerlemesi açısından da büyük bir açmaz.
Başarı Korkusu: Takdir Etmek Yerine Küçümsemek
Küçük bir atölyede el emeğiyle üretim yapan iki zanaatkâr düşünün. İkisi de yıllarını aynı işe vermiştir. Ama birinin işleri biraz daha iyi gitmeye başlayınca, diğeri onun kullandığı yöntemi öğrenmek yerine dedikodu üretir. “Zaten ucuza iş yapıyor”, “Tanıdığı çok, ondan ilerliyor” gibi yorumlar dolaşır.
Bu örnek sadece zanaatta değil; eğitimde, sağlıkta, ticarette, sanatta, hizmet sektöründe, hatta mahallede komşuluk ilişkilerinde bile görülebilir. Aynı sınıfta çalışan iki öğretmen birbirinin yöntemini benimsemek yerine karalayabilir. Aynı sokakta dükkan işleten iki kişi, rekabeti kaliteyle değil, gölgeyle yürütmeye çalışabilir.
Bu durum yalnızca “başarılı olanın kıskanılması” meselesi de değildir. Asıl mesele, başarının paylaşılabilir, bulaşıcı bir şey olduğuna inanmamamızdır. Bu yüzden birinin yaptığı iyi bir işi takdir etmek, bizde kendini küçültmek gibi algılanır. Halbuki takdir, kişisel değil toplumsal bir kazanımdır.
Kıyas Kültürü: Birinin Yükselmesi, Diğerinin Aşağıda Olduğu Anlamına Gelmez
Toplumumuzun temel problemlerinden biri de başarıyı “sıfır toplamlı bir oyun” gibi görmek. Yani birinin kazandığı, diğerinin kaybettiği anlamına gelir. Bir apartmanda biri evini yeniler, diğeri bunu tehdit olarak görür. Mahallede biri çocuklarını özel dersle destekler, diğeri bunu gösteriş sayar.
Bu kıyas hali, aslında kişinin kendi potansiyeline odaklanmak yerine başkasının yaşamına odaklanmasına neden olur. “Ben daha iyi olmalıyım” değil, “O benden daha iyi olmamalı” düşüncesi hâkim olur. Ve bu, toplumun enerjisini üretime değil, engellemeye yönlendirir.
Dayanışmanın Yerine Dedikodu Geçince
Eski köy hayatında insanlar birlikte tandır yakar, hasat kaldırır, yoğurt mayalardı. Bugün bu kültür, yerini rekabet adı altında büyüyen güvensizlik kültürüne bıraktı. Artık birlikte başarmaktan çok, kimin başarısını nasıl gölgede bırakabileceğimizi konuşuyoruz.
Bir market zinciri açılır, eski esnaf birleşip kalite yarışına girmek yerine “onun elektriği kaçaktır zaten” demeye başlar. Genç biri sosyal medyada bilgi içerikleri paylaşır, altına “herkes uzman oldu” yorumları yağar. Bir kadın kendi işini kurar, komşuları başarıdan ilham almak yerine “eşinin parasıyla yaptı” demeye başlar.
Kimse, başkasının başarısının arkasında yatan emeği görmek istemez. Çünkü görmek demek, onu takdir etmek demektir. Takdir etmek ise bizde çoğu zaman zayıflık olarak algılanır.
Toplumsal Hafızada Yer Etmiş Bir Refleks: Eşitlik Değil, Eşit Durgunluk
Bir çocuk okulda öne çıkmaya başlasa, öğretmen ona diğer öğrenciler kıskanmasın diye fazla söz hakkı vermemeyi tercih eder. İşyerinde daha çok çalışan kişi, “diğerlerine kötü örnek oluyorsun” denilerek yavaşlatılır. Yani eşitlik, üretimde değil durgunlukta aranır.
Bu anlayış, toplumsal ilerlemeyi tıkar. Çünkü potansiyeli olan bireyler ya dışlanır ya da yalnızlaştırılır. Ve zamanla ya sistemin çarkına uyar ya da sessizce uzaklaşır. Böylece toplumsal üretim hem nicelik hem nitelik olarak zayıflar. Geride ise sadece ortalama kalır.
Kiminle Rekabet Ediyoruz? Gerçek Rakip Başkası mı, Yoksa Eski Hâlimiz mi?
Aslında bir toplumun gerçek rekabeti başka bireylerle değil, kendisiyle olmalıdır. Dünün bizinden daha iyi olmak, geçen yılki hâlimizi aşmak, düşünceye yeni bir tuğla daha koymak…
Ama biz bu içsel rekabetin yerine, dışsal bir mücadele uydurduk. Başkasının yaptığını baltalayarak kendimize yol açmaya çalışıyoruz. Oysa bu yol, gerçekte kimseyi ileri götürmüyor. Rakibini engellemek, seni ileri taşımaz. Sadece onunla arandaki mesafeyi sabit tutar.
Sonuç: Birbirimize Alan Açmadan, Gelişim Olamaz
Bir toplumu ilerleten şey, herkesin aynı şeyi yapması değil, herkesin farklı şekilde katkı sunmasına izin verilmesidir. Aynı işi yapanların farklı yolları olabilir, farklı dilleri, farklı üslupları, farklı yaklaşımları... Hepsi bir arada var olabilir. Hatta bu çoğulluk, kalitenin en büyük güvencesidir.
Ama eğer biz sürekli olarak birbirimizin alanını daraltırsak, toplumsal gelişimi kendi ellerimizle boğmuş oluruz. Unutulmamalıdır ki büyümek için alan gerekir. Nefes almak, hareket etmek, denemek, hata yapmak ve yeniden başlamak gerekir. Bunun için de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey: birbirimize anlayışla bakabilmektir.
Yazarın Notu
Bu satırları kaleme alırken şunu düşündüm: Aynı işi yapanlar olarak birbirimize sırt değil, omuz versek; belki de hep birlikte daha sağlam duracağız. Takdir etmek kimseyi küçültmez, bilakis büyütür. Gölgeyle uğraşmak yerine ışığa yönelmek, hepimiz için daha aydınlık bir yol olabilir.
Çünkü unutmamalıyız:
Birini yavaşlatmak, seni hızlandırmaz.
Birini karalamak, seni aklamaz.
Birini engellemek, seni yüceltmez.
Eğer gerçekten bir yere varmak istiyorsak, bu yolu başkasını iterek değil, kendi ayaklarımızla yürümeyi öğrenmeliyiz.
Son söz, Sude’den:
Kendine güvenen, başkasının ışığından rahatsız olmaz.
Güneş parladığında gölge kaçınılmazdır; mesele, gölgede kalanı değil, ışığı büyütmeyi seçebilmektir.
Ve unutma: Işık yaymak isteyenin, önce kendi gölgesiyle barışması gerekir.