Gaz lambasının ışığı bambaşkadır... Ne şehrin sert ışıklarına benzer ne de modern hayatın koşturtan parlaklığına. O sarı, titrek ışık yanarken zaman ağırlaşır; sözcükler yumuşar, hatıralar sessizce yerinden kalkıp gelir.
Bu fotoğrafa bakınca anneannemi ve dedemi hatırladım dostum. O gaz lambası, onların evinin kalbiydi sanki. Akşam olduğunda lambayı yakar, ışığın çevresinde toplanırdık. Anneannemin yüzündeki çizgiler o ışıkta daha da anlam bulur, dedemin sessiz bilgelik hâli odanın havasını değiştirirdi.
Gaz lambası sadece bir aydınlatma değildi; bir yaşam ritmi, bir evin iç sesiydi. Anneannem lambayı yakarken hep aynı cümleyi söylerdi: “Işık insanın içinden başlar.” Dedem ise lambanın camını parlatırken uzun uzun susar, o suskunluk bile bir öğüt gibi dokunurdu insana.

Şimdi anlıyorum ki o ışık, bize sadece bulunduğumuz odayı değil, birbirimizi de görmeyi öğretmiş. Lambanın zayıf ışığı bile yetiyordu çünkü yanında anneannenin şefkati, dedenin güveni vardı. Birlikte olmanın sıcaklığı, hiçbir modern ışığın sağlayamayacağı bir aydınlıktı.
Bugün bir fincan kahve gaz lambasının ışığında köpürürken, içimde yeniden o eski günlerin sükûneti belirdi. Çünkü bazı ışıklar sadece geçmişi değil, insanın ruhundaki en saf köşeyi de aydınlatır.
Ve ben biliyorum dostum...
Gaz lambası yandıkça, anneannemin sesi ve dedemin gölgesi hep yanımda olacak.
