Akşehir, bazen bir insanın iç sesi kadar derin, bir hatıranın gölgesi kadar ince konuşur. Gürültüye alışmış kulakların duyamadığı, aceleye alışmış gözlerin fark etmediği bir dildir onunki. Ne bağırır, ne çağırır; sadece ruhu olanların sesine ses katar, yüreği olanların kapısını çalar.
Bu şehrin sessizliği, boşluk değil; aksine zamana sinmiş hikâyelerin ağırbaşlı durağanlığıdır. Bir sokağında yürürken tarihin nefesi değiverir yüzüne, başka bir köşesinde çocukluğunun unuttuğunu sandığın neşe çıkar karşına. Sessizlik dediğin şey, burada bir yokluk değil, insanın kendine dönme fırsatıdır.
Akşehir’in sabahları, insanın iç dünyasında yeni bir sayfa açar. Güneş, evlerin kiremitlerine bıraktığı narin ışıkla adeta “Bugün başka bir ihtimalin olsun” der. Bir kadın çarşıdan geçerken atkısının rüzgârla kıpırdayışı, yılların ağırlığını taşıyan bir türkü kadar anlamlıdır. Bir çocuk, sessizliğe aldırmadan koşar; çünkü bilir ki bu topraklarda neşenin bile bir asaleti vardır.
Ve insan, farkında olmadan kendi içine doğru yürür Akşehir sokaklarında. Bu şehir öğretmez; hatırlatır. Aceleyi değil sabrı, bağırıtıyı değil öz sesi, karmaşayı değil dinginliği. Kendi hikâyeni duyamadığında, Akşehir’in sessiz sesi seni omzundan hafifçe tutar ve fısıldar:
“Dur. Bak. Dinle. Kendini burada bulacaksın.”
Belki de bu yüzden Akşehir, anlatılmaktan çok yaşanan bir şehirdir. Sessizliğiyle konuşan, sade oluşuyla derinleşen, küçük dokunuşlarla büyük anlamlar bırakan bir yürek şehridir. Buraya gelen herkes, kendi içindeki boşluğu dolduran bir ses duyup gider. O ses, Akşehir’in değil; insanın kendi özünün sesidir aslında.
Ve ben...
Bu sessizliğin içinden her gün yeni bir umut, yeni bir söz, yeni bir nefes devşiriyorum. Çünkü biliyorum ki Akşehir’in sessiz sesi, en gürültülü yanımı bile iyileştirecek kadar güçlü.
