3 Aralık Dünya Engelliler Günü, engellilik olgusunu yalnızca bireysel bir durum olarak değil; toplumsal, siyasal ve yönetsel boyutlarıyla birlikte ele almayı zorunlu kılan önemli bir tarihsel hatırlatmadır. Engellilik, biyolojik ya da tıbbi bir “eksiklik”ten ziyade, kamusal alanların, sosyal ilişkilerin ve kurumsal yapıların erişilebilirlik düzeyiyle doğrudan ilişkili bir yurttaşlık meselesidir. Dolayısıyla bu gün, engelli bireylerin karşılaştığı yapısal eşitsizliklerin görünür kılınmasını sağlarken, sosyal devletin sorumluluklarını, kamu politikalarının kapsayıcılık kapasitesini ve demokratik toplumların insan hakları pratiklerini yeniden değerlendirmemize olanak tanır.
Engellilik alanında literatürde iki temel yaklaşımın öne çıktığı görülmektedir: tıbbi (medikal) model ve sosyal model. Tıbbi model, engelliliği bireyin bedensel veya zihinsel bir yetersizliği üzerinden tanımlayarak çözümü rehabilitasyon ve bakım uygulamalarına indirger. Bu yaklaşım, engelli bireyleri “yardıma muhtaç” ve “korunması gereken” bir grup olarak konumlandırma riski taşır. Buna karşılık sosyal model, engelliliği toplumsal çevrenin üretmiş olduğu engeller, dışlayıcı pratikler ve erişilemez mekânlar üzerinden analiz eder. Bu modelde sorun bireyin kendisi değil; bireyin bağımsız yaşamını ve toplumsal katılımını sınırlayan yapısal koşullardır. Günümüzde engellilik politikalarının normatif temeli büyük ölçüde sosyal modelin hak temelli çerçevesi üzerinden şekillenmektedir. Bu dönüşüm, özellikle insan hakları rejiminin güçlenmesi ve kapsayıcı yurttaşlık anlayışının yaygınlaşmasıyla birlikte daha görünür hâle gelmiştir.
Hak temelli yaklaşım, engelli bireylerin eğitim, sağlık, istihdam, barınma, siyasal katılım ve kamusal hizmetlere erişim gibi alanlarda, diğer yurttaşlarla eşit haklara sahip olduğunu vurgular. Bu perspektife göre engelli bireylerin toplumsal yaşama katılımının önündeki engeller, birer “iyilik” ya da “yardım” ile değil; somut kamusal yükümlülükler, yasal güvenceler ve uygulanabilir kamu politikaları aracılığıyla kaldırılmalıdır. Burada sosyal devlet ilkesi kilit bir rol üstlenir. Sosyal devlet, yalnızca sosyal risklere karşı koruma sağlayan bir mekanizma değil; aynı zamanda yapısal eşitsizlikleri azaltan, fırsat eşitliğini inşa eden ve dezavantajlı grupları güçlendiren bir yönetişim anlayışıdır. Engellilik politikaları da bu çerçevede, bir “sosyal yardım” alanı olmaktan çıkarak, eşitlik ve adalet hedefleriyle birlikte planlanması gereken bütüncül bir kamu politikası alanı hâline dönüşmelidir.
Bu noktada kamu yönetimi açısından “erişilebilirlik” kavramı yalnızca fiziksel mekânlara indirgenemez. Erişilebilirlik, kent planlamasından ulaşıma, dijital kamu hizmetlerinden eğitim materyallerine kadar geniş bir yönetsel koordinasyon gerektirir. Dolayısıyla engellilik politikalarında başarı, tekil projeler veya geçici çözümlerle değil; kurumlar arası eşgüdüm, sürdürülebilir bütçe planlaması, izleme-değerlendirme mekanizmaları ve katılımcı karar süreçleriyle mümkündür. Özellikle yerel yönetimlerin erişilebilir şehirler üretme kapasitesi, engelli bireylerin gündelik hayata eşit katılımı açısından belirleyicidir. Kaldırımların standartlara uygun düzenlenmesi, toplu taşımanın erişilebilir hâle getirilmesi, kent içi yönlendirme sistemlerinin kapsayıcı biçimde tasarlanması ve kamu binalarının evrensel tasarım ilkelerine göre dönüştürülmesi, erişilebilirliğin temel bileşenleri arasında yer alır.
Öte yandan engellilik meselesi, yalnızca sosyal politika ve hizmet sunumu bağlamında değil, aynı zamanda demokratik temsil ve siyasal katılım açısından da değerlendirilmelidir. Engelli bireylerin karar alma süreçlerinde temsil edilmesi, onlara yönelik politikaların niteliğini doğrudan etkiler. Katılımın güçlenmediği bir yapı, engelli bireyleri nesneleştiren politikaların yeniden üretilmesine yol açabilir. Bu nedenle engelli bireylerin sivil toplum aracılığıyla örgütlenmesi, yerel ve merkezi yönetimlerin danışma kurullarına aktif biçimde katılması ve siyasal alanda görünürlük kazanması, kapsayıcı demokrasi açısından zorunludur. Engellilik alanı bu yönüyle, demokrasinin çoğulculuk kapasitesini ve eşit yurttaşlık ilkesinin pratikteki karşılığını test eden kritik bir parametre olarak değerlendirilebilir.
Toplumsal düzeyde ise engelliliğin hâlâ yoğun biçimde önyargılar, stereotipler ve ayrımcı dil üzerinden üretildiği görülmektedir. Bu durum, yalnızca kamusal hizmetlerin niteliğini değil, toplumsal ilişkilerin biçimini ve kültürel iklimi de etkiler. Medya temsilleri burada önemli bir rol oynar: Engelli bireyleri ya “trajik bir mağduriyet” ya da “olağanüstü bir başarı hikâyesi” çerçevesinde sunan anlatılar, engelliliği hayatın doğal çeşitliliği içinde konumlandırmaktan uzaktır. Akademik literatürde bu tür temsillerin “ötekileştirici” sonuçlar ürettiği belirtilir; çünkü engelli bireyleri sıradan toplumsal hayatın eşit öznesi olmaktan çıkarıp istisnai bir kimliğe hapseder. Bu nedenle engellilik konusunda toplumsal dönüşüm, yalnızca altyapı ve hizmet reformlarıyla değil, aynı zamanda dilin, düşünme biçimlerinin ve kültürel kodların dönüşümüyle birlikte ele alınmalıdır.
Sonuç olarak 3 Aralık Dünya Engelliler Günü, engellilik olgusunu sosyal adalet, insan hakları ve kapsayıcı yurttaşlık kavramlarıyla birlikte düşünmemizi sağlayan siyasal bir farkındalık alanıdır. Engelli bireylerin toplumsal yaşama tam ve eşit katılımını hedefleyen politikalar, sosyal devletin gereği olmanın yanı sıra, demokratik meşruiyetin ve kamu yönetiminde eşitlik ilkesinin de zorunlu bir uzantısıdır. Bu bağlamda engellilik alanında atılacak her adım, yalnızca engelli bireylerin yaşamını değil; toplumun bütününün adalet duygusunu, hak bilincini ve birlikte yaşama kapasitesini geliştirecektir. Unutulmamalıdır ki erişilebilirlik ve kapsayıcılık, belirli bir grubun “özel ihtiyacı” değil, modern kamusallığın evrensel standardıdır. Engelsiz bir yaşamın inşası ise ancak hak temelli, katılımcı ve bütüncül bir kamusal iradeyle mümkün olabilir.
Bugün engellilik alanında karşı karşıya olduğumuz temel mesele, yalnızca hizmet sunumundaki eksiklikler değil; daha derinde işleyen bir eşit yurttaşlık krizidir. Engelli bireylerin kamusal alana, karar süreçlerine ve toplumsal yaşama tam katılımı, bir toplumun demokratik olgunluğunu ve sosyal adalet kapasitesini ölçen en kritik göstergelerden biridir. Bu nedenle engellilik politikalarını “yardım” veya “iyi niyet” kategorisinde değil, hakların kurumsallaştığı ve eşitliğin somutlaştığı bir yönetim pratiği olarak değerlendirmek gerekir. Erişilebilirliğin evrensel standart hâline gelmesi, yalnızca engelli bireylerin yaşamını iyileştirmez; kamusallığı herkes için daha güvenli, daha adil ve daha yaşanabilir kılar. Bu doğrultuda atılacak her adım, toplumun bütününe yayılan bir dönüşüm potansiyeli taşır. Engelli bireylerin “toplum için” değil, toplumun eşit ve etkin özneleri olarak var olabildiği bir düzen, ancak hak temelli, katılımcı ve kapsayıcı bir siyasal iradeyle mümkün olacaktır.
Son Söz Sude’den:
Engellilik meselesi, bir gün hatırlayıp ertesi gün unuttuğumuz bir sosyal sorumluluk başlığı değil; demokrasi, eşitlik ve insan onuru açısından her gün yeniden düşünmemiz gereken bir ortak yaşam sorunudur. Kamusal alanı, kurumları ve zihniyet dünyamızı “herkes için” erişilebilir kılmak, yalnızca engelli bireylerin değil, hepimizin daha adil bir toplumda yaşama hakkının gereğidir. Bu nedenle 3 Aralık’ı bir anma gününden çıkarıp, hak temelli dönüşümün sürekliliğini hatırlatan bir toplumsal vicdan çağrısı olarak okumalıyız. Engelsiz bir yaşam, bir hedef değil; eşit yurttaşlığın vazgeçilmez şartıdır.
